30 Mart 2007

Trenle Doğu Avrupa Turu IV - Kultur Shock

Tıngır mıngır yolculuk ettiğimiz trenimizle uzun zamandır bir istasyonda duraklamamıştık. Görünüşe göre Boşnak ve Japonların birlikte yaşadığı bu ilginç yer hakkında İbrahim'in diyecekleri var. Dinliyorum..


Kafam dalgın bir yerlere doğru gitmekteyim, kalabalıktan tiksinmeme rağmen inatla insanları yara yara ilerliyorum; ancak belli bir amaç uğruna değil, anlamsızca, zaman geçirmek niyetiyle, ayaklarımın beni götürdüğü yere doğru. Belki de bu hedefsizlik, bu ereksizlik beni bu başı boşluğa itti, sanırım bir tatile ihtiyacım var, kafamı dinlemeye, gelecek hakkında planlar yapmaya, hayatımda bazı şeyleri şekillendirmeye gereksinim duyuyorum. Peki böyle düşünmeme sebep ne? Bilmiyorum, belki de dün izlediğim filmden kaynaklanıyor bu, kafamı toparlayamıyorum, karar veremiyorum. Bir film, bir şarkı bir insanı böyle etkileyebilir mi, artık hayatına yön vermesi gerektiğinin farkına varmasına sebep olabilir mi? Sanırım bu sorunun cevabı “Little Miss Sunhine” ve kapanış parçası “How It Ends” veya ondan bir kaç gün önce izlediğim “Wristcutters: A Love Story” ve onun hüzünlü müziklerinde yatmakta. Peki neden ben bilgisayar karşısında böyle satırlar yazmaya giriştim, hiç bilmiyorum; amacım aslında duyabileceğim en neşeli müziklerden birini yapan Kultur Shock hakkında bir yazı yazmaktı ancak izlediğim filmler bir anda işin yönünü değiştirdi; sanırım yapmam gereken iyice yolumu şaşırmadan benden istenen bir yazı hazırlamak.

Yeteri kadar filmlerden bahsettik ancak hakikaten son yıllarda balkan müziğinin sinemadaki yansımaları gittikçe büyümekte. Emir Kustrica ve Tony Gatlif ile Avrupa’da başlayan bu balkan müziğine ilgi sonunda okyanusu aştı ve yeni kıtada etkilerini yavaş yavaş göstermeye başladı. “Everything Is Illuminated”, ”Little Miss Sunshine” ve “Wristcutters: A Love Story” ile Gogol Bordello ve Devotchka dünyada daha çabuk tanınır oldular. Ancak bu popüleritenin gerisinde kalan Kultur Shock ise bu saydığımız gruplar kadar ülkemizde tanınmamakta; işte bana düşen görev de bu nevi şahsına münhasır grubu sizlere tanıtmak.

Adından da anlaşılacağı gibi Kultur Shock, tam bir “kültür şok” yaşamakta. Bunun nedeni ise grup elemanlarının iki Boşnak, iki Amerikalı, bir Bulgar ve bir Japon’dan oluşması. Hatta bu yetmezmiş gibi bu altı kişilik grubun iki elemanı ortak bir dile bile sahip değiller; buna rağmen bu altı kişiyi birleştiren yegane varlık müziğin evrenselliği.

Bu ilginç grubun hikayesi ise 1997 yılında başlarken ilk albumleri “Live In Amerika” 1999, ikinci albümleri “Fucc The Ins” 2001, üçüncü albümleri “Kultura – Diktatura” 2004 ve son albümleri “We Came To Take Your Jobs Away” 2006 yıllarında yayınlandı. Çok değişik bir repertuara sahip olan grup şarkılarını Sırpça, İngilizce, Makedonca ve Fransızca seslendirmekteler. Bunun mutlak nedeni ise kesinlikle doğu ve batı arasında sıkışmışlık ve kendi müziğini arayış çabası.

Grubun hikayesini kısaca anlattıktan sonra asıl bizim Kultur Shock’u bu kadar sevmemizin nedeni gelelim. Bu sene sinemalarımıza “Transylvania” filmiyle konuk olan Tony Gatlif’in filmlerinde sıklıkla duyduğumuz parçaların gypsy-punk yorumları son derece başarılı. Özellikle romanların milli marşı olarak kabul ediken “Djelem Djelem” ve hepimizin çok iyi bildiği “Osmanaga” parçaları ilk albümün dikkat çekenleri. İkinci albümde parlayan parçalar ise çok farklı olarak coverlanan “Mastika”, “Radio Gitana” ve “ Nadija”. Şayet Cuma ve Cumartesi günleri Beyoğlu Balo Sokak’taki Araf’a uğrarsanız Mastika ve Nadije ile karşılaşabilirsiniz rahatlıkla. Üçüncü albümden önerebileceğimiz parçalar ise Tony Gatlif’in Gadjo Dilo filminde de yer alan “Tutti Frutti”, “Hashishi” ve “Mustafa”. Grup son albumlerinde bize bir sürpriz yapıyorlar ve “Istanbul” isimli bir parçaya imza atıyorlar. Albümün diğer tavsiye edilcek parçaları “Sarajevo” ve “Zumbul”.

Bu kadar Türkiye taraftarı bir grup olmalarına rağmen Kultur Shock’un ülke sınırlarında bir konser vermemiş olmaması sanırım organizasyon şirkletirinin büyük bir ayıbı olsa gerek. Umarız bu neşeli grubu yakında izleme şansı bulabiliriz.

Kultur Shock - Istanbul
Kultur Shock - Mastika
Kultur Shock - Gigolo Amerikana


Resmi Site
Myspace
Trenle Doğu Avrupa Turu Tüm Yazılar

Yazan: İbrahim Başarır

26 Mart 2007

Arcade Fire - Neon Bible

Yazıya başlamak oldukça zor. Çünkü Arcade Fire için çok güzel olmuş, albüm tabi ki harika demek çok kolay belki de. Yazıya başlamak zor çünkü kendi penceresinden tüneller kazan bir adam ve Funeral rüyası üstüne kelimeleri o tarafa kaçırmak, demek istediğimden uzaklaşmak çok kolay. Bu nedenle merak etmeyin kimseyi tasvirlere boğmadan, lafı uzatmadan yazacağım bir albümün çıkış tarihini beklemenin ne kadar zor olduğunu anımsatan Neon Bible hakkında.

Kendi isimli EP'leri, ardından ilk albümleri Funeral (2004)'dan sonra gelen ikinci çalışma Neon Bible 6 Mart'dan beri sokakta, yolda, işte, evde, okulda sadece kulağımda değil kafamda da dönüp duruyor. Beyaz sayfa üstünde herzaman o kadar anlam ifade etmeyen ama Arcade Fire eli değdikten sonra açıklanamayacak katmanlar haline gelen sözler yazan Win Butler'ı anlamaya çalışıyorum. Funeral aileler, çocuklar, "seni seviyorum" hariç herşeyi diyebilen aşklar, ölüm, malum cenaze hakkındaydı. Neon Bible ise bir nevi Funeral'ın bıraktığı yerden ölümden bir adım ileri gidiyor, ölüm öncesi sonrası için büyük resime bakıyor, inançlardan bahsediyor.

Din ve inanç şaşkınlığı içindeki insanlığa atıflar yapan albümün halen politik olmadığını düşünüyorum, ancak bu büyük resim biraz fazla büyüyor ve kaçınılmaz şekilde aklımıza "güncel" bir takım figürler getiriyor. Albümün açılışı Black Mirror'da "Mirror, mirror, on the wall/Show me where them bombs will fall" dediği anda irkiliyorum açıkçası. Ve bu albüm boyunca yer yer açık/kapalı devam ediyor. "Because the planes keep crashing always two by two", "Working for the church while my family dies", "I don't want to fight in the holy war/I don't want to live in America no more", "World war three, when are you coming for me?". Tüm bunlara ihtiyacımız var mıydı bilemiyorum. Yani malum meselelerden bahsedilmesi değil beni yoran, bu kadar açık dile gelmesi. Beklerdim ki büyük resime hayatın küçük anlarından, hikayelerden, rüyalardan geçiş yapılsın. Bir şarkı dışında diğer 10 şarkı bu yönde ilerliyor.

Evet dediğim gibi bu iticilik aslında biraz da sözlere kağıt üstünde kafa yormaktan. Oysa albümü dinlemeye başladığınızda her ne kadar olan bitene gözlerinizi kapayamasanız da, müziğin yarattığı his daha farklı. Neon Bible hem lirikal hem de müzikal açıdan Funeral'a göre daha kendi içinde tutarlı bir albüm (Neighborhood serisi vesaire ile öbür türlü gözükmesine rağmen). Bu yüzden baştan sona belli bir tutarlılık oluşturan albüm çıkmadan önce ortalıkta gezinen şarkılar beklentileri çok dalgalandırmıştı. Kilisede kayıtları yapılan albüm selefine göre çok daha karanlık, zaman zaman gotik, dev kilise orgları eşliğinde yankılanıyor. Win Butler kesinlikle çok daha iyi şarkı söylüyor, ayrıca Régine Chassagne de bir adım öne çıkmış durumda. İkisini böyle dinlemek beklentilerimi aştı hakikaten.

Karanlık demişken söze girelim, aynı zamanda ilk single olan Black Mirror bunu bastıra bastıra giriyor albüme. Funeral'ın açılışının yarattığı hislerin aksine Neon Bible ürpertici başlıyor. Öyle bir şarkı ki buna alıştığınız zaman Neon Bible'a aşina olmuşsunuz demektir. "Not much chance for survival/If the Neon Bible is right" diyerek albümü özetleyen ve ismini veren Neon Bible en ilginç Arcade Fire şarkısı belki de. Kilisede geçirilen günlerin kanıtı Intervention ise muhtemelen albümün kitle hiti olacak. Black Wave/Bad Vibrations sanırım 10 şarkı içindeki favorim. Haiti hikayesinin bir devamı olan eşsiz Win/Regine düeti sözlerin kağıttan nasıl hayata geçtiğini saniye saniye kanıtlayan bir şarkı. Win Butler öyle bir anda sanki gökyüzünden kapkara bir bulutun üstünde iniyormuşçasına basıyor ki şarkıyı kıpırdayamıyorum yerimden. Hiç de iyi haberlerle gelmiyor hem de. "There's a great black wave in the middle of the sea/For me/For you/For me/It's always for you". My Body Is A Cage biraz fazla gotik, Windowsill ise işin içine MTV'yi bile karıştırarak beni hayal kırıklığına uğratan parçalardan.

Neon Bible izlenimlerim bunlardı ve yazması zordu ama şimdi tüm yazdıklarımı unutun. Albümde bu şarkı böyle, şu şarkı süper, öbürü bayık demenin çok ötesinde derinlerden gelen birşeyin farkına varmalıyız. Müzik duygu demek. Ne yazık ki bu ikilinin çoktandır yan yana gelemediği bir zamanın çocuklarıyız. Kendimi şanslı hissetmeliyim, kendinizi şanslı hissetmelisiniz çünkü müzik anlamını bulmaya başlarken, değişirken, tüm bunlara tanıklık ediyoruz. Arcade Fire ile birlikte şarkılar söylüyoruz, hem de içimizden gelerek, ağlayarak, gülerek, en masum halimizle hissederek. Sonunda bunu yapabiliyoruz.

Ve benim sözlerimi anlamsız kılan o şarkı. Hiç kimsenin, hiç birşeyin ulaşamadığı o en temiz an. No Cars Go. Sonunda oraya varabildik.
"Us kids know
Between the click of the light and the start of the dream"

Arcade Fire - Intervention
Arcade Fire - Black Wave/Bad Vibrations
Arcade Fire - No Cars Go

Resmi Site
Neon Bible Sitesi
Myspace

12 Mart 2007

The Good, The Bad and The Queen


Blur'den tanıdığımız Damon Albarn Gorillaz'daki katılımından sonra The Good, The Bad and The Queen'e pike yapıyor, bu ekibe Verve eski üyesi Simon Tong ve The Clash'ten bildiğimiz bassist Paul Simonon katılıyor ve grubun kendi adını taşıyan albümü çıkıyor. Ordan burdan toplama insanlardan genelde Spice Girls gibi grupların oluşmasını beklerken böyle yetenekli insanlar hammadde olunca gerçekten hoş bir sonuç ortaya çıkıyor.

Albümün çıkış tarihinden oldukça uzun süre sonra indirip dinlemeye başladım şarkılarını, çünkü maalesef Pitchfork, Damon Albarn beyi yerden yere vurmuş, "Heryere pike yapınca tutmuyor bu işler evlat" gibi uyarılarda bulunmuş. Haliyle bir önyargı oluştu, ama sizde oluşmasın diye yazıyorum bu satırları, gerçekten uzun zamandır aradığım tıngırtıları sağlıyor The Good, The Bad and The Queen.

İsminden de anlaşılacağı üzere İngilizlik fışkırıyor, ama Blur'den ya da Clash'ten gördüğünüz Brit/İngilizlikten çok farklı. Parklife ile beraber bağırmak yerine (evet yaşlanıyoruz kabul edin), içinden piyano ayıklayacağınız History Song ile başlıyor albüm. Bence bir film müziği olması gereken 80's Life ile devam ediyor ve haliyle yılların akşamüstü buhranını yansıtıyor. Northern Whale adlı şarkı ise beni bayağı bir avlamış bulunuyor, umarım siz de o kurbanlardan biri olursunuz. Herculean adlı şarkılarını single olarak çıkarmışlar öncelikle, başarılı olacağız sinyali vermek için. Damon bey gene derinden gelen vokalleriyle hem ergenlik yıllarına hem de grubun yepyeni müzik alışkanlıklarıyla sıfır kilometre hislere taşıyor bizi.

Diyecek fazla birşey yok, güzel albüm olmuş, güzel bir kadrodan. Şarkıların geri kalanını Myspace'den inceleyebilmeniz mümkün. Gecikmiş bir incelemeyle karşınızda The Good, The Bad and The Queen.

The Good, The Bad and The Queen - History Song
The Good, The Bad and The Queen - Herculean

MySpace
PitchforkMedia inceleme yazısı