3 Nisan 2008

Timber Timbre



Yeni değiller.İyiler.Kanada Toronto'dan çıkan Timber Timbre, Medicinals albümüyle kendilerini sevdirdi bana ve indie-folk sever insanların da dikkatlerini çekeceğini düşünüyorum.Özellikle Devandra Banhart'ı andıran birçok şey bulduğumu söyleyebilirim.Gerçi anlayamadığım bir şekilde,Banhart'ın aksine nerdeyse hiç tanınmıyorlar.Bu sessiz sedasız gidişatlarını müziklerindeki çekingenlikte de gösterirken bir yandan derinlerde folk, saykodelik ve blues girişimlerin meyvesini veriyor Timber Timbre.

2007 çıkışlı Medicinals albümünden önce 2005 te Cedar Shakes albümüyle çıkış yapmışlar fakat bana kalırsa ilk albüm heyecanındansa ikinci albümün yerini bulmuşluğu tercih edilesi görünüyor bu grup için. Enstrumantal bir girişten sonra There is a Cure parçasının karanlığına giriyorsunuz Medicinals albümünde, fakat şarkının yükselmesiyle Taylor Kirk vokalinin harmonikalara eşliğinde aydınlığa tekrar çıkıyorsunuz. Tren yolculuğundaki tünellerde ışığı göreceğinizi bilmek gibi, bir yandan da sabırsızlanmak gibi. Belki de folk en çok yolculuklara yakışıyor bu yüzden. Yine de albümün en can alıcı parçası Like a Mountain.Garip bir şekilde tüylerimi diken diken ediyor bu parça, fazlaca samimi ve hüznünü ortaya tepsi üstünde cesurca seren herkes gibi takdirimi kazanıyor bir kez daha. I love you like a mountain diyor bir kere.Dağlar kadar severken Under Your Spell ve Beat The Dead Horse'da çığlığımsıları, ıslıkları, yaylıları, üflemeleri duymaya devam ediyorsunuz. Bu albüm gerçekten şans verilmesi gerekenlerden.Dağlar kadar sevmek.

Timber Timbre MySpace
Download Medicinals Album


20 Mart 2008

Four Tet



Hafızamda birkaç yıl önce Phonem müzik haftasından tadı damağımda kalan bir Four Tet & Lali Puna konseri var. O kadar güzel bi konserdi ki,pek sevgili Kieran Hebden'in yüzüne vuran ışığı dahi hatırlamaktayım.
Bu 1980 doğumlı Kieran Hebden isimli İngiliz bayı hep harika aksak ritmleriyle dinledik durduk yıllarca, ve şimdi sıra yeni albümüne geldi Four Tet'in .



Bu dört şarkılık Ringer isimli mini albüm sizi 32 dakikalık dolu dolu bir müzik ziyafetine misafir ediyor.Efsane jazz davulcusu Steve Reid ile beraber çalıştıkları bu albümde birçok genre isimlendirmesi yapılabilir ama açıkçası afrobeat ve minimal tekno dışında ben çok da uygun bir adlandırma bulamıyorum. Geçmiş albümlerle ortak noktalar yakalanabilir fakat Four Tet artık farklı bir yola sapmış gibi görünüyor, bunda uzun süredir çeşitli projelere birlikte kalkıştığı Steve Reid'in etkisi yadsınamaz sanırım.

Ringer'daki favori parçam Ribbons.Filmlerinin müzisyenleri genellikle Air olsa da bu parçayı rahatlıkla bir Sofia Coppola filmi sahnesine yerleştirebilirsiniz. Minimalize edilmiş Four Tet parçalarında teknonun nasıl uysallaştırıldığını dahice gösteriyor Hebden.Tüm parçalar likit formda bence, akışkanlıklarını araya giren jazz devreleri besliyor.Wing Body Wing kulaklara şenlik. Herşeyi çok iyi yerleştirilmiş parçaların formülünü çözmek istiyor insan. Bir yandan da, dansedelim.

Kieran Hebden ve Steve Reid Website
Four Tet Website
Myspace
Download


16 Mart 2008

Vampire Weekend



Columbia Üniversitesi'nde tanışıp kendi çektikleri filmin adını gruplarına veren birkaç Brooklynli gençten oluşuyor Vampire Weekend. Mansard Roof ile başlayan albümünü duyduğumda trampetli kırmızı ceketli şişman çocukların arasında durduğumu hayal ettim ben. Annem de kim bu tamtam yapanlar diye bir soru sordu pijamalarını katlayıp dansederken. Haklı çıktı. Baya bir yanılmış kulaklarım, çünkü kendileri Afrika tınılarını koymuşlar indie-pop karışımlarına. Cape Cod Kwassa Kwassa isminden birşeyler çıkarabilirsiniz belki.Bu şarkıyı Rolling Stone 2007'nin en iyilerinden seçmiş. Mansard Roof'dan sonra benim favorim bu grubun "kendi adını taşıyan" albümünde. Etrafta okuduğuma göre Afro-pop yaklaşımlarının yanında Paul Simon'dan ilham aldıklarını da açıkça belirtiyorlar. Yani müziklerindeki çeşitliliğini siz tahmin edin. Etmeyin, dinleyin aslında. Oxford Comma'da sevgilinizi dansa kaldırıp çevirin birçok defa. Bir de OK Computer tribute albümüne yaptıkları Exit music(for a film) coverlarını tavsiye edeceğim ben. Bir şarkıyı hem özgün hem de verdiği duyguyu bozmadan coverlamak zor bir iş çünkü bana kalırsa.



Şimdiden neşeleri ve "Afro-pop" enerjileriyle Spin dergisinin yılın en iyi grubu seçtiği Vampire Weekend, sizi bir yandan 60larda hissettirebilir, bir yandan sirke götürüp en yakın arkadaşınızın odasında dansetmeye terkedebilir. Blog ünlüsü gruplar kervanından genre karışımıyla kendini ayıran bir Indie grup olmaktan daha fazlası için çaba gösterildiğini belli eden albüm, bana kalırsa fazlasıyla özgün ve diğer Indie klişelerinden kendini ayırıyor.

Not: Yazıyı yazdıktan sonra aşağıdaki fotoğrafı buldum ve aslında bu grubu anlatmak için tek başına yeterli olduğunu düşündüm.



Vampire Weekend Resmi site
Myspace

Dinle:
Mansard Roof
Cape Code Kwassa Kwassa


12 Mart 2008

Cajun Dance Party

Yüzyıllar sonra merhaba! Bu posta özür dileyerek mi başlamalı bilemiyorum. Ama belki de herşeyin bir zamanı vardır. Şimdi birşeyler okumak herkesi daha da mutlu eder belki. Çok bilmiş tavşanlar olarak yazmadığımız süre boyunca kaçırdığımız bir sürü şey oldu tabiiki, şimdi yola kaç kişi devam ediyoruz onu bile bilmemekteyim açıkçası. Fakat biryerden başlamak gerekiyor galiba. Örneğin bana kalırsa yazmadığımızdan beri duyduğum en en en iyi şey Radiohead'in In Rainbows albümüydü. Tartışmaya gerek duymuyorum. Bir süre daha da böyle kalacaktır heralde.

Girişimizi kısa kesecek olursak ilk değinmek istediğim grup Cajun Dance Party. İngiltere'den 5 kişilik çocuk ruhunu müzik arşivinize katmak istiyorsanız Cajun Dance Party bunun için birebir. Pitchfork bu Indie-pop grubu Arctic Monkeys ve Mystery Jets ile kıyaslamaktayken ben biraz daha farklı buluyorum kendilerini, Arctic Monkeys'i biraz kayırarak tabii. Birkaç fırın ekmekleri var Arctic Monkeys'le kıyaslanmak için.Ama The Next Untouchables ile yaptıkları çıkış herkesi dansettirebilir bence. Buttercup ise uslu dur diyor. Çok eğlendim dinlerken. Oley bahar geldi dedim.


Grup 2008 yılı içinde iki albüm çıkarmış olacak. "The Race" de nisanda son bulmuş olacak ikinci çıkışlarının değerli parçası bana kalırsa. Okullarını da aksatmamaya çalışıyorlarmış bu sırada. Aferin onlara. Hep ellerinde tuttukları renkli şemsiyenin altında durmaktan kaynaklanmış olabileceğini düşündüğüm gökkuşaklı şarkılarını severek tavsiye etmekteyim .

CDP Official Website
CDP Myspace


Hoşgeldik(mi?).



4 Eylül 2007

Ultimatom

Geri dönüyoruz.








9 Nisan 2007

Andrew Bird

Burayı fazla ciddiye aldık galiba. Yani 2-3 saat araştırma yapmadan, 10 gün boyunca aynı albümü dinlemeden, pitchfork ne demiş, kimle karşılaştırmış, aman onu da dinleyeyim diye konuları dağıta dağıta araları da açıyoruz fazlasıyla.

Geçenlerdeki süper-düper Easy Stars All Stars konseri öncesi; -ki her konser öncesi yaptığımız üzere- uskids'den ve müzikten konuşurken, diğer tavşanların Sayın Andrew Bird Bey'den pek de haberleri olmadığı anlaşılınca; görev edindim, arayı kapayayım dedim; hem de Andrew Bird Beylerin yeni albümleri çıkmamış olsa da internetin her köşesinde yerini aldığından, bu böyle biraz zatıallerini tanıtmak, biraz da yeni albümleri Armchair Apocrypha'yı anma yazısı olsun istedim.


Andrew Bird ile ilk tanışmam bundan 5 sene önce, dünyanın en berbat otobüsünde, en berbat yolculuğunu yaparken; kimsede Ipod olmadığı zamanlarda, first generation ipod'u ile caka yapan sevgili saygılı arkadaşımız Görkem sayesinde olmuştu. Bütün bir yol boyunca, bir çok şarkısı olmasına rağmen Andrew Bird'ün o ipodda, sadece bir tanesine takılmıştım. Ben, mesela Şahin tavşanı gibi hiç akıllı bir müzik dinleyicisi değilimdir. Bir albümü baştan sona dinlemek falan gibi entellektüel müzik girişimleri yerine, bir şarkı tutturup günlerce, aylarca o şarkıyı dinlemeyi tercih edenlerdenim. Benim gibiler zaten ne isterlerse, o an olsun isterler; şımarık ve küçüktürler. İşte bu noktada, mevzu bahis şarkının adının I olması önem taşımaktadır. Eminim anladınız.

Andrew Bird - I
Bu şarkı o Üsküdar'dan Şile'ye giden 88 model Mercedes otobüste yıllarca kaldı. Her yere baktım, herkese sordum; kimse bilmiyordu şarkıyı ve sayın Andrew Bird'ü. Neden sonra, acaip tesadüfi bir biçimde, I'a ve Weather Systems'a ve Mysterious Production of Eggs'e ve The Swimming Hour'a ulaşmıştım. Break-through derler ya anglo-saksonlar; öyle birşey işte benim için. Sabır kavramıyla tanışmak, Allah köylüyü sevindirmek için, önce eşeğini kaybettirir, daha sonra buldurur, neyse ne işte.

Biraz tabi hazinenin kendisinden de bahsetmek gerek. Mr. Andrew Bird Bey, Northwestern University'de keman bölümünde lisansını tamamladıktan sonra, müzik kariyerinde birazcık solo takılır. Daha sonra Mr. Bird, Squirrel Nut Zippers ile çalışmaya başlar; ki Squirrel Nut Zippers'ı Türkiye'de zaganın şarkısı olarak bilinen Hell isimli şarkılarıyla hatırlayabilirsiniz. (Squirrel Nut Zippers'ı Andrew Bird dışında da zevkle dinliyorum, sizin de aynı zevkle dinleyeceğinizi tahmin ediyorum, lütfen aşağıdaki şarkıyı es geçmeyiniz!) Bunun yanında, yerinde duramayan Mr.Bird; Andrew Bird's Bowl of Fire adlı bir grup kurar, ki bu grupla 2003 yılında ortaklıklarını fes edinceye kadar Thrills, Oh! The Grandeur ve The Swimming Hour isimli albümleri çıkarırlar.

Squirrel Nut Zippers - Bad Businessman
Andrew Bird's Bowl of Fire - Case In Point
Gerek Squirrel Nut Zippers'da, gerek Andrew Bird's Bowl of Fire'da, Mr. Bird'ün müthiş multi-enstrümanist yönüyle tanışamamışızdır ama daha. Kendisi Nut Zippers'a kemanıyla eşlik ederken, kendi adını taşıyan ve anlaşılacağı üzere liderliğini yaptığı grubunda, sesini de bahşetmiştir bizlere. Andrew Bird's Bowl of Fire dükkanı kapadıktan sonra, Mr. Bird kendi kendine çalışmaya geri dönmüştür. Sırasıyla, Weather Systems ve The Mysterious Production of Eggs, Mr. Bird'ün swing ve jazz'den indie ve folk'a dönüşünün resmini çizmiştir adeta. Ve bu sırada, artık Mr. Bird, kendi şarkılarına müthiş bir ıslıkla, gitarla, zaylafonla ve kemanla eşlik etmektedir.


Bu özet ağzından hiç hoşlanmadığımı belirtip burada kesiyorum. Özellikle Mysterious Production of Eggs gerçekten inanılmaz bir albüm sevgili dostlar. Nasıl anlatsam bilemiyorum, içim içime sığmıyor. Bir adaya düşsem, odamda bir saat yanlız kalsam, dışarda yağmur yağsa, güneş açsa, bir kuş konsa hadi parmağıma (ahahaha), yanıma alacağım albümdür. Bunun en güzel tarafı Andrew Bird'e delicesine hayranı olmamla, adamla karşılaşsam Coca Cola reklamlarındaki kızlara döneceğimle falan alakası olmamasıdır. Tabi ki, en sevdiğim müzisyen gibi aptal bir soruya akıllıca bir cevap verecek olsam Andrew Bird demem. Ama bazı albümlerin böyle bir tılsımları oluyor işte. Uymak galiba burda bahsedilmesi gereken, her koşula uyan albümler diye bir konsept hakikaten var arkadaşlar. Bir de albüm denilen şeyin, bugünlerin deyimiyle bir 'konsepti' olması, ya da konsept namına en ufak bir şey barındırmaması hakikaten önemli. Pink Floyd albümlerinde var olan türden bir konseptten de bahsetmiyorum aslında. Devamlılık galiba daha çok; bir hızlı şarkı, sonra bir yavaş şarkı, sonra bir hızlı şarkı koyalım tadında bir aranjörümsü üçkağıtçılıklara varmadan, gerçekten oturup birşey anlatırmış gibi tracklisting'i olan albümlerin başında geliyor Mysterious Production of Eggs bence.

Andrew Bird - Skin is, My
Andrew Bird -A Nervous Tic Motion of the Head to the Left
Andrew Bird - Measuring Cups
Gelelim, Mr. Bird'ün son albümü, Armchair Apocrypha'ya. Genel olarak, pek beğenilmiş olsa da, bana kalsa Mr. Bird'ün deneyselliğinin olmamışlığı diye nitelendiririm bu albümü. Birçok açıdan, tabi ki de piyasadaki bir sürü çöp müzikten daha güzel, daha yaratıcı. Ama aylar oldu ben bu albümü indireli, ve aylardır içime sindiremediğim, sindirmek de pek istemediğim bir soğukluk var albümde. Bunu neden deneyselliğe bağlayışımı da şöyle açıklayayım. İnternetin herhangi bir köşesinde Mr. Bird'ün canlı performanslarıyla ilgili birşeyler okursanız, emin olun bahsedilen şey, kendisinin konserlerde şarkıları ne kadar değişik çaldığı, her performansın birbirinden apayrı olduğu ve bunu doğaçlama yaptığıdır. Bu tartışılabilir birşey tabi ki de; bir müzisyen için bir tur programını düşünürsek her allahın günü aynı şarkıları çalmak berbat birşey olsa gerek, ve ayrıca seyirci için çok farklı ve büyük ihtimalle neşeli bir süpriz bu; ama öte yandan da duymaya geldiğini belki de duyamayan izleyici demek. İşte ben duymaya geldiğini duyamayan izleyici gibiyim Armchair Apocrypha hakkında. Zaten Mr. Bird'de okuduğum envai çeşit röportajında canlı performanslarında yaptığı şeyi bu albüme taşıdığını söylemiş. Ben bozuldum açıkçası. =) Tabi bir de, albümü beklerken ki heyecanın yarattığı hayal kırıklığı da var. Ha, ama ben bu albümü oturur 6 ay sonra dinler, üstüne bir de aşık olabilirim Andrew Bird Beyle aramızı biraz açarsak tesadüfi nedenlerden ötürü. Belli de olmaz.
Andrew Bird - Heretics
Andrew Bird - Armchairs
Andrew Bird - Imitosis
Yukarıdaki şarkılar, kendimce öne çıkan şarkılar. Imitosis'e özellikle dikkat çekerim. Kendisi I'ın başka bir uyarlaması. Ki bu konuda çok doluyum açıkçası. Okula giderken, aldığım ses dersinin remix ödevini çok sevdiğim için I'a yapmıştım, ve yemin ediyorum benim versiyonum Imitosis'den daha güzel. Yani böyle birşey nasıl olabilir? Ve koyacaktım buraya onu da, neredeyse 1 aydır arıyorum ama bulamıyorum. Bu post da o yüzden bu kadar gecikti tavşanlar, eğer dashboard'da görüp bu Zach niye yazmıyor dediyseniz. Rüya sen dinledin benim o remix'i, lütfen yorum yap; gerekirse Selcuk Artut'a kadar gidecek bu durum çünkü, çok kızgınım, tekrardan nasıl olabilir böyle birşey? Bulduğum an ödevi, bu meseleye geri döneceğiz sevgili tavşanlar.

Resmi Site
Myspace

30 Mart 2007

Trenle Doğu Avrupa Turu IV - Kultur Shock

Tıngır mıngır yolculuk ettiğimiz trenimizle uzun zamandır bir istasyonda duraklamamıştık. Görünüşe göre Boşnak ve Japonların birlikte yaşadığı bu ilginç yer hakkında İbrahim'in diyecekleri var. Dinliyorum..


Kafam dalgın bir yerlere doğru gitmekteyim, kalabalıktan tiksinmeme rağmen inatla insanları yara yara ilerliyorum; ancak belli bir amaç uğruna değil, anlamsızca, zaman geçirmek niyetiyle, ayaklarımın beni götürdüğü yere doğru. Belki de bu hedefsizlik, bu ereksizlik beni bu başı boşluğa itti, sanırım bir tatile ihtiyacım var, kafamı dinlemeye, gelecek hakkında planlar yapmaya, hayatımda bazı şeyleri şekillendirmeye gereksinim duyuyorum. Peki böyle düşünmeme sebep ne? Bilmiyorum, belki de dün izlediğim filmden kaynaklanıyor bu, kafamı toparlayamıyorum, karar veremiyorum. Bir film, bir şarkı bir insanı böyle etkileyebilir mi, artık hayatına yön vermesi gerektiğinin farkına varmasına sebep olabilir mi? Sanırım bu sorunun cevabı “Little Miss Sunhine” ve kapanış parçası “How It Ends” veya ondan bir kaç gün önce izlediğim “Wristcutters: A Love Story” ve onun hüzünlü müziklerinde yatmakta. Peki neden ben bilgisayar karşısında böyle satırlar yazmaya giriştim, hiç bilmiyorum; amacım aslında duyabileceğim en neşeli müziklerden birini yapan Kultur Shock hakkında bir yazı yazmaktı ancak izlediğim filmler bir anda işin yönünü değiştirdi; sanırım yapmam gereken iyice yolumu şaşırmadan benden istenen bir yazı hazırlamak.

Yeteri kadar filmlerden bahsettik ancak hakikaten son yıllarda balkan müziğinin sinemadaki yansımaları gittikçe büyümekte. Emir Kustrica ve Tony Gatlif ile Avrupa’da başlayan bu balkan müziğine ilgi sonunda okyanusu aştı ve yeni kıtada etkilerini yavaş yavaş göstermeye başladı. “Everything Is Illuminated”, ”Little Miss Sunshine” ve “Wristcutters: A Love Story” ile Gogol Bordello ve Devotchka dünyada daha çabuk tanınır oldular. Ancak bu popüleritenin gerisinde kalan Kultur Shock ise bu saydığımız gruplar kadar ülkemizde tanınmamakta; işte bana düşen görev de bu nevi şahsına münhasır grubu sizlere tanıtmak.

Adından da anlaşılacağı gibi Kultur Shock, tam bir “kültür şok” yaşamakta. Bunun nedeni ise grup elemanlarının iki Boşnak, iki Amerikalı, bir Bulgar ve bir Japon’dan oluşması. Hatta bu yetmezmiş gibi bu altı kişilik grubun iki elemanı ortak bir dile bile sahip değiller; buna rağmen bu altı kişiyi birleştiren yegane varlık müziğin evrenselliği.

Bu ilginç grubun hikayesi ise 1997 yılında başlarken ilk albumleri “Live In Amerika” 1999, ikinci albümleri “Fucc The Ins” 2001, üçüncü albümleri “Kultura – Diktatura” 2004 ve son albümleri “We Came To Take Your Jobs Away” 2006 yıllarında yayınlandı. Çok değişik bir repertuara sahip olan grup şarkılarını Sırpça, İngilizce, Makedonca ve Fransızca seslendirmekteler. Bunun mutlak nedeni ise kesinlikle doğu ve batı arasında sıkışmışlık ve kendi müziğini arayış çabası.

Grubun hikayesini kısaca anlattıktan sonra asıl bizim Kultur Shock’u bu kadar sevmemizin nedeni gelelim. Bu sene sinemalarımıza “Transylvania” filmiyle konuk olan Tony Gatlif’in filmlerinde sıklıkla duyduğumuz parçaların gypsy-punk yorumları son derece başarılı. Özellikle romanların milli marşı olarak kabul ediken “Djelem Djelem” ve hepimizin çok iyi bildiği “Osmanaga” parçaları ilk albümün dikkat çekenleri. İkinci albümde parlayan parçalar ise çok farklı olarak coverlanan “Mastika”, “Radio Gitana” ve “ Nadija”. Şayet Cuma ve Cumartesi günleri Beyoğlu Balo Sokak’taki Araf’a uğrarsanız Mastika ve Nadije ile karşılaşabilirsiniz rahatlıkla. Üçüncü albümden önerebileceğimiz parçalar ise Tony Gatlif’in Gadjo Dilo filminde de yer alan “Tutti Frutti”, “Hashishi” ve “Mustafa”. Grup son albumlerinde bize bir sürpriz yapıyorlar ve “Istanbul” isimli bir parçaya imza atıyorlar. Albümün diğer tavsiye edilcek parçaları “Sarajevo” ve “Zumbul”.

Bu kadar Türkiye taraftarı bir grup olmalarına rağmen Kultur Shock’un ülke sınırlarında bir konser vermemiş olmaması sanırım organizasyon şirkletirinin büyük bir ayıbı olsa gerek. Umarız bu neşeli grubu yakında izleme şansı bulabiliriz.

Kultur Shock - Istanbul
Kultur Shock - Mastika
Kultur Shock - Gigolo Amerikana


Resmi Site
Myspace
Trenle Doğu Avrupa Turu Tüm Yazılar

Yazan: İbrahim Başarır

26 Mart 2007

Arcade Fire - Neon Bible

Yazıya başlamak oldukça zor. Çünkü Arcade Fire için çok güzel olmuş, albüm tabi ki harika demek çok kolay belki de. Yazıya başlamak zor çünkü kendi penceresinden tüneller kazan bir adam ve Funeral rüyası üstüne kelimeleri o tarafa kaçırmak, demek istediğimden uzaklaşmak çok kolay. Bu nedenle merak etmeyin kimseyi tasvirlere boğmadan, lafı uzatmadan yazacağım bir albümün çıkış tarihini beklemenin ne kadar zor olduğunu anımsatan Neon Bible hakkında.

Kendi isimli EP'leri, ardından ilk albümleri Funeral (2004)'dan sonra gelen ikinci çalışma Neon Bible 6 Mart'dan beri sokakta, yolda, işte, evde, okulda sadece kulağımda değil kafamda da dönüp duruyor. Beyaz sayfa üstünde herzaman o kadar anlam ifade etmeyen ama Arcade Fire eli değdikten sonra açıklanamayacak katmanlar haline gelen sözler yazan Win Butler'ı anlamaya çalışıyorum. Funeral aileler, çocuklar, "seni seviyorum" hariç herşeyi diyebilen aşklar, ölüm, malum cenaze hakkındaydı. Neon Bible ise bir nevi Funeral'ın bıraktığı yerden ölümden bir adım ileri gidiyor, ölüm öncesi sonrası için büyük resime bakıyor, inançlardan bahsediyor.

Din ve inanç şaşkınlığı içindeki insanlığa atıflar yapan albümün halen politik olmadığını düşünüyorum, ancak bu büyük resim biraz fazla büyüyor ve kaçınılmaz şekilde aklımıza "güncel" bir takım figürler getiriyor. Albümün açılışı Black Mirror'da "Mirror, mirror, on the wall/Show me where them bombs will fall" dediği anda irkiliyorum açıkçası. Ve bu albüm boyunca yer yer açık/kapalı devam ediyor. "Because the planes keep crashing always two by two", "Working for the church while my family dies", "I don't want to fight in the holy war/I don't want to live in America no more", "World war three, when are you coming for me?". Tüm bunlara ihtiyacımız var mıydı bilemiyorum. Yani malum meselelerden bahsedilmesi değil beni yoran, bu kadar açık dile gelmesi. Beklerdim ki büyük resime hayatın küçük anlarından, hikayelerden, rüyalardan geçiş yapılsın. Bir şarkı dışında diğer 10 şarkı bu yönde ilerliyor.

Evet dediğim gibi bu iticilik aslında biraz da sözlere kağıt üstünde kafa yormaktan. Oysa albümü dinlemeye başladığınızda her ne kadar olan bitene gözlerinizi kapayamasanız da, müziğin yarattığı his daha farklı. Neon Bible hem lirikal hem de müzikal açıdan Funeral'a göre daha kendi içinde tutarlı bir albüm (Neighborhood serisi vesaire ile öbür türlü gözükmesine rağmen). Bu yüzden baştan sona belli bir tutarlılık oluşturan albüm çıkmadan önce ortalıkta gezinen şarkılar beklentileri çok dalgalandırmıştı. Kilisede kayıtları yapılan albüm selefine göre çok daha karanlık, zaman zaman gotik, dev kilise orgları eşliğinde yankılanıyor. Win Butler kesinlikle çok daha iyi şarkı söylüyor, ayrıca Régine Chassagne de bir adım öne çıkmış durumda. İkisini böyle dinlemek beklentilerimi aştı hakikaten.

Karanlık demişken söze girelim, aynı zamanda ilk single olan Black Mirror bunu bastıra bastıra giriyor albüme. Funeral'ın açılışının yarattığı hislerin aksine Neon Bible ürpertici başlıyor. Öyle bir şarkı ki buna alıştığınız zaman Neon Bible'a aşina olmuşsunuz demektir. "Not much chance for survival/If the Neon Bible is right" diyerek albümü özetleyen ve ismini veren Neon Bible en ilginç Arcade Fire şarkısı belki de. Kilisede geçirilen günlerin kanıtı Intervention ise muhtemelen albümün kitle hiti olacak. Black Wave/Bad Vibrations sanırım 10 şarkı içindeki favorim. Haiti hikayesinin bir devamı olan eşsiz Win/Regine düeti sözlerin kağıttan nasıl hayata geçtiğini saniye saniye kanıtlayan bir şarkı. Win Butler öyle bir anda sanki gökyüzünden kapkara bir bulutun üstünde iniyormuşçasına basıyor ki şarkıyı kıpırdayamıyorum yerimden. Hiç de iyi haberlerle gelmiyor hem de. "There's a great black wave in the middle of the sea/For me/For you/For me/It's always for you". My Body Is A Cage biraz fazla gotik, Windowsill ise işin içine MTV'yi bile karıştırarak beni hayal kırıklığına uğratan parçalardan.

Neon Bible izlenimlerim bunlardı ve yazması zordu ama şimdi tüm yazdıklarımı unutun. Albümde bu şarkı böyle, şu şarkı süper, öbürü bayık demenin çok ötesinde derinlerden gelen birşeyin farkına varmalıyız. Müzik duygu demek. Ne yazık ki bu ikilinin çoktandır yan yana gelemediği bir zamanın çocuklarıyız. Kendimi şanslı hissetmeliyim, kendinizi şanslı hissetmelisiniz çünkü müzik anlamını bulmaya başlarken, değişirken, tüm bunlara tanıklık ediyoruz. Arcade Fire ile birlikte şarkılar söylüyoruz, hem de içimizden gelerek, ağlayarak, gülerek, en masum halimizle hissederek. Sonunda bunu yapabiliyoruz.

Ve benim sözlerimi anlamsız kılan o şarkı. Hiç kimsenin, hiç birşeyin ulaşamadığı o en temiz an. No Cars Go. Sonunda oraya varabildik.
"Us kids know
Between the click of the light and the start of the dream"

Arcade Fire - Intervention
Arcade Fire - Black Wave/Bad Vibrations
Arcade Fire - No Cars Go

Resmi Site
Neon Bible Sitesi
Myspace

12 Mart 2007

The Good, The Bad and The Queen


Blur'den tanıdığımız Damon Albarn Gorillaz'daki katılımından sonra The Good, The Bad and The Queen'e pike yapıyor, bu ekibe Verve eski üyesi Simon Tong ve The Clash'ten bildiğimiz bassist Paul Simonon katılıyor ve grubun kendi adını taşıyan albümü çıkıyor. Ordan burdan toplama insanlardan genelde Spice Girls gibi grupların oluşmasını beklerken böyle yetenekli insanlar hammadde olunca gerçekten hoş bir sonuç ortaya çıkıyor.

Albümün çıkış tarihinden oldukça uzun süre sonra indirip dinlemeye başladım şarkılarını, çünkü maalesef Pitchfork, Damon Albarn beyi yerden yere vurmuş, "Heryere pike yapınca tutmuyor bu işler evlat" gibi uyarılarda bulunmuş. Haliyle bir önyargı oluştu, ama sizde oluşmasın diye yazıyorum bu satırları, gerçekten uzun zamandır aradığım tıngırtıları sağlıyor The Good, The Bad and The Queen.

İsminden de anlaşılacağı üzere İngilizlik fışkırıyor, ama Blur'den ya da Clash'ten gördüğünüz Brit/İngilizlikten çok farklı. Parklife ile beraber bağırmak yerine (evet yaşlanıyoruz kabul edin), içinden piyano ayıklayacağınız History Song ile başlıyor albüm. Bence bir film müziği olması gereken 80's Life ile devam ediyor ve haliyle yılların akşamüstü buhranını yansıtıyor. Northern Whale adlı şarkı ise beni bayağı bir avlamış bulunuyor, umarım siz de o kurbanlardan biri olursunuz. Herculean adlı şarkılarını single olarak çıkarmışlar öncelikle, başarılı olacağız sinyali vermek için. Damon bey gene derinden gelen vokalleriyle hem ergenlik yıllarına hem de grubun yepyeni müzik alışkanlıklarıyla sıfır kilometre hislere taşıyor bizi.

Diyecek fazla birşey yok, güzel albüm olmuş, güzel bir kadrodan. Şarkıların geri kalanını Myspace'den inceleyebilmeniz mümkün. Gecikmiş bir incelemeyle karşınızda The Good, The Bad and The Queen.

The Good, The Bad and The Queen - History Song
The Good, The Bad and The Queen - Herculean

MySpace
PitchforkMedia inceleme yazısı

27 Şubat 2007

Bloc Party - A Weekend In The City


Dışarıdaki tüm gençler aynı gözüküyor bu günlerde. Eğlenmeye ihtiyaçları var. Sarhoş kelimeler kolay söylenir, kolay unutulur. Loli-pop anlar. Erimeye mahkum.

Bloc Party'nin bağıra bağıra demek istediklerinden bir düzenleme, bu belki de bambaşka bir yazının konusu olabilecek giriş. Peki diğerleri gibi kendilerinin de yarattıkları, dans pistlerinin yalancı tadlarına karşı hırslanmış sözleri, (öz)eleştiriyi birçoğundan duymuyor muyuz? İnandırıcı geliyor mu? Pek değil. Fakat samimiyetinin altını bilinçaltımızda birileri doldurmayı başarıyorsa bu da Bloc Party'dir. Bloc Party'nin kasırga gibi esen müziğini ulaştırdığı yol bir şekilde inandırıcı, ikna edici. Çünkü müzikleri bir şekilde çok yoğun ve katı, son ter damlanıza kadar dans ederken bir yandan yutkunmakta güçlük çektiren türden.

6 Şubat'ta yayınlayan A Weekend In The City, ikinci albüm olmanın hem yararını hem de zararını görebilecek bir albüm. Avantajı, Bloc Party yaptığı işi gene çok iyi yapıyor, ve bunun farkındalar. En sıkı ve net şekilde bangır bangır akılda kalan lead gitarlar, ilk saniyeden son saniyeye asla durmayacakmış gibi çığrından çıkmış davullar, tüm bu heyecanın arasında mükemmel ayrıntılar, başkalarından birkaç gömlek üstün bir yetenekle işlenmiş şarkılar. Özellikle fark yarattıkları kısım olan tüm bu sonsuz gibi gelen enerjinin içine sindirdikleri melodramik partisyonlar ve doygunluk hissi. Herşey yerli yerinde. Albümün yüksek beklentiler üzerine gelme durumu ise tahmin edilen dezavantaj ki bu noktada zayıf kaldığı bölümler mevcut, özellikle temponun düştüğü ikinci yarıda. Yavaş şarkıların olması problem değil ama Bloc Party'nin bu konuda biraz zorlandığı görülüyor.

A Weekend In The City bence Bloc Party'nin şu ana kadar yapmış olduğu en iyi şarkıyla açılıyor. Alışık olmadığımız bir Kele Okerere vokaliyle ağırdan açılan "Song For Clay (Disappear Here)", bir dakikaya kalmadan tozu dumana katmaya başlıyor ve karamsar oklar ile saldırıya geçiyor. Kesinlikle daha iyisini ne bir başkası ne de kendileri yapabilirdi. "People are afraid to merge on the freeway" diyen ve de tabi ki ismindeki "Clay" ile Bret Easton Ellis'nin ünlü romanı "Less Than Zero"'ya direk atıflar yapan parça albümün hırçın kaybolmuş gençlik, yapmacık mutluluklar eleştirisi bölümüne de girizgah niteliği taşıyor. Bundan sonra hız kesmeyen "Hunting For Witches", "Waiting For The 7.18" ve ardından ilk İngiltere single'ı "The Prayer". "Is it so wrong to crave recognition?" diye çıkışan sözler ve inadına dans ettiren davullar. "Because we are so handsome and we are so bored /So entartain us" ise "Uniform"'un genel havayı bir kez daha özetleyen dizeleri.

Bloc Party'nin sıkıntı çektiği nokta duygusal şarkılar. Daha doğrusu aşk vesaire hakkında demek istediklerini özellikle yumuşak bir şekilde duyurmaya çalıştıkları anlar. Albümün ikinci yarısı bundan nasibini alıyor ve şarkılar basit, sönük ballad'lar gibi tonlayama başlıyor, git gide hissizleşiyor. "Where Is Home?" sürükleyici nakaratı ile bir nebze geçiş noktası denebilir, "I Still Remember"'ın ise nasıl ilk ABD single'ı olarak seçildiğini anlamak güç. Bu noktada albümün bir "This Modern Love"'a ihtiyacı olduğunu söylemek yerinde olabilir.

Öyle ya da böyle Bloc Party, adının birlikte anıldığı birçok grubun kullandığı onca modern zamanların dans hilelerine rağmen varmakta zorlandığı hatta belki de varamayacağı heyecan zirvelerine, oldukça özgün ve de duygusallıktan sıyrılmadan çıkıyor. Belki şairane yazılmış sözlerle değil ama müziklerinin benzersiz enerjisi ile aktardıkları hisler onları bu kadar iyi yapıyor.

Bloc Party - Song For Clay (Disappear Here)
Bloc Party - The Prayer
Bloc Party - Hunting For Witches

Official Site
Myspace

22 Şubat 2007

The Czars

Öyle bir grup ki The Czars, birkaç hafta önce sabaha yakın bir saatte aniden hayatıma girdi ve bir anda başucu gruplarımdan biri oluverdi. Hani bazı vokaller, onun ötesinde o vokalle birleşen müzikler ilk duyduğunuz anda mıknatıs gibi çeker sizi kendine, yapışır kalırsınız grubun diskogrofisine. İşte John Grant'ın önderliğinde temelleri 94 yılında Denver'da bir barda atılan The Czars benim için bu tür istisnai gruplardan biri oldu…

Bunda şüphesiz en önemli payı vokalist John Grant'ın muhteşem sesi ve grubu çabuk benimsememi sağlayan 2006 tarihli cover albümü "Sorry I Made You Cry" paylaşıyor. Patsy Cline, ABBA, Connie Francis, Simon and Garfunkel, Tim Buckley ve daha bir çok önemli ismin parçalarının yorumlandığı bu albüm baştan sona defalarca döndü durdu mp3 çalarımda. Grubun aynı zamanda şarkı sözlerini de yazan John Grant (ki kendisi Morrissey, Jim Morrison, Bono, Sixteen Horsepower, Ron Sexsmith gibi isimlerle karşılaştırılmakta ve bundan da son derece rahatsız olmaktadır, hatta kendisinden bir quote yapalım "We were just a bug on the windshield of Morrissey's Jaguar"), liriklerde aşırı dramatizm ve yapmacıklıktan şiddetle kaçındığını belirtse de kanımca tanrının bir lütfu olan bariton sesiyle ardı sıra melankolik şarkılara hayat vermekte ve içinizi baymadan garip bir huzur duygusuyla doldurmaktadır bedeninizi.

Bu melankolinin nedeni grubun kurulduğu günden beri yaşadığı talihsizlikler de olabilir. 2000 yılına kadar bütün albümlerini kendi imkanlarıyla çıkarıp, 2000 yılında, Simon Raymode'un desteğiyle Londra'lı plak şirketi Bella Union'dan albüm çıkaran ilk Amerikalı grup ünvanını elde etseler de kimi zaman kesilen destek nedeniyle (daha ön plana alınan gereksiz gruplar nedeniyle de denebilir) albüm çıkarmak için bankalardan, fan'larından borç, bağış toplama yoluna bile gitmişlerdir. Nihayet bu tür katkılarla sağdan soldan topladıklarıyla çıkardıkları 2004 tarihli albümleri "Goodbye" ile hatırı sayılır bir başarı kazanmış ve ilk çeklerini (270$ !) alarak borçların bir kısmını ödemiş, üstüne de bir iki bardak soğuk bira içebilmişlerdir. Çok şükür ki inatçı bir grup The Czars!

Başlangıç için,
"Goodbye" albümünden: Paint The Moon, Goodbye

"Sorry I Made You Cry" albümünden: Where The Boys Are, My Funny Valentine, You Don't Know What Love Is, Black Is The Color

"The Ugly People Vs. The Beautiful People" (2002) albümünden: Drug
kaçırılmayacak şarkılar.

The Czars - Goodbye
The Czars - Paint The Moon
The Czars - Drug

Official Site
Myspace
Blog

Yazan: 0rainboweyes0

20 Şubat 2007

uskidsknow // alfa beta gaga


Blogger'da yer işgal edeli 2.5 ayı geçti. Bize yıllar geçmiş gibi gelen ama aslında kısacık olan bu sürede iyi kötü ama hep içtenlikle buraya başlıklar attık, altlarını doldurmaya çalıştık. Bildiğimiz kadarını yazdık, daha fazlasını değil, müziğe inanarak.

Ve bir süredir aklımızda olan yeni bölümlerimizi uzun erteleyişler sonunda açmayı başardık. Nasıl adlandıracağımızı bilemediğimiz bu pek mütevazi alfa beta gaga sürümümüzün taze bölümlerine sağdaki menüden ulaşabilirsiniz.

Anasayfamızı sadece müzisyen ve albüm tanıtım/inceleme olarak devam ettirip, [uskidsknow-haber]'de sıkça güncellemeye çalışacağımız müzik haberleri, [uskidsknow-konser]'de gidip izlediğimiz konserler hakkında yazılar ve bol bol fotoğraf bulacaksınız. [uskidsknow-serbest] ise daha esnek, biraz daha "blog" havası taşıyan, içinde müzikle yakından veya uzaktan ilgili kişisel yazıların, playlistlerin, şarkıların, sözlerin bulunacağı bir bölüm olacak. Şimdiden tüm bölümlere gidip bakınabilirsiniz, yazıları yazmaya başladık bile.

Bugüne kadar takip eden etmeyen herkese teşekkürler. Umarız hep güzel duygularla yazmaya devam edeceğiz.
Sevgiler.

uskidsknow


16 Şubat 2007

Margot & The Nuclear So and So's



Artık bu indie gruplar da kendilerine acayip isim bulma konusunu abarttı diye düşünüyosanız, evet, ben de size katılıyorum.

Özellikle birkaç ay önce size bu gece tanıtacağım grubun ismini ilk duyduğumda bunu farketmiştim. Ama Margot & The Nuclear So and So's 'a kızmayalım. Onlar güzel müzik yapıyorlar, sadece ilginç, kimsenin anlamayacağı bir isim bulalım en indie biz olalım derdinde değiller. Gerçekten.

Hem herkesin olduğu gibi onların da bir hikayeleri, bir açıklamaları var bu isimleri için. Margot kısmı benim de pek sevdiğim "The Royal Tenenbaums" filmindeki Tenenbaum ailesinin evlatlık kızı olan ve yine pek sevdiğim bir karakter olan Margot Tenenbaum'dan geliyormuş. (Grubun öndeki ismi Richard Edwards'ın üniversite grubunun ismi de Archer Avenue imiş ki o da Tenenbaum rezidansının olduğu caddenin ismiymiş.) Nuclear kısmı da grubun açıklamasına göre, Bush'un "nuclear" lafını telafuz edişini çok! sevdiklerindenmiş. So and So's bölümü de nuclear ile birleşince ordaki ironiyi ve mesaj kaygısını hepimiz anlıyoruz heralde.

Biliyorum, hala grubun ismi anlamsız geliyor ama artık en azından niye Margot da niye Mary değil onu biliyoruz..

Bu 8 kişilik grubun üyelerini teker teker tanıtmayı düşünmüyorum. Biraz evvel bahsi geçen Richard ile başka bir üye bir gün bir petshop'ta tanışmışlar ve hızla arkadaş olup bir grup kurmaya karar vermişler. Şimdi 8 kişi birlikte aynı evde yaşıyorlarmış. İlk albümleri The Dust of Retreat'i 2005 yılında çıkardıktan sonra yollara vurmuşlar kendilerini ve onları dinlemek isteyen herkese konser vermişler. Hala dolaşıyorlar. Bir rivayete göre 10000 mil seyahat ettikten sonra ikinci albümlerini yapacaklarmış.

Grubun hayat hikayesini merak ediyorsanız resmi internet sitelerinde çok açıklayıcı bir biyografileri/hikayeleri var. Hatta belki lazım olur, pdf formatında bile koymuşlar cv'lerini.

Kendilerinin sex-folk dedikleri, ama sex kelimesiyle sıkıntısı olanlar için urban-folk da denebileceğini söyledikleri bir müzik yapıyorlar. Ama biz hep bildiğimiz "chamber pop" desek daha iyi olacak sanırım. Gitarların, orgların, mızıkaların, banjoların, zillerin, çelloların kullanıldığı, çoğu zaman zeki sözlere sahip çok rahat dinlenen bir müzik yapıyorlar bence. Ne insanı uyutacak gibi yavaş, ne de çılgınca yerinde zıplatacak ritimlere sahip.

Albümlerini 2005 yılında çıkarmış olmalarına karşı 2006 yılında ünlü olmuş olacaklar ki bir çok yerde 2006'nın en iyi şarkıları arasında Skeleton Key ilk beş şarkı içinde geçiyordu. Dinleyince siz de hak vereceksiniz, son zamanların en başarılı şarkılarından biri.

Son olarak, olur da Margot & The Nuclear So and So's 'u dinlerseniz, ve onlara bir iyilik yapmak isteyecek kadar beğenirseniz, bloglarında yazdıkları bir ricaları var, burdan size ileteyim. God Hates Fags! Love Gods Way! sitesinde aile sağlığına tehlike oluşturabilecek bir Gay Bands listesi yapılmış ve okuyuculardan da eğer çocuklarımızın uzak durması gereken başka gay band'ler biliyorsanız bize mail atın listemize ekleyelim denmiş. Ve içinde Rufus Wainwright, Wilco, Sufjan Stevens, Madonna, Arcade Fire, Bright Eyes... gibi aklınıza gelebilecek her grubu içeren upuzun bir liste çıkmış. Margot & The Nuclear So and So's da bloglarında hayranlarında gidip o siteye gay band'lerin arasına kendilerini de eklemeleri için mail atmalarını istemiş, bütün bu grupların arasında olmaktan gurur duyacaklarmış..

Margot & The Nuclear So and So's - Skeleton Key
Margot & The Nuclear So and So's - Barfight Revolution, Power Violence
Official Site
Myspace
The Royal Tenenbaums

13 Şubat 2007

Ratatat

Tavşanların arasına katılmak için verdiğim uzun ve zahmetli uğraştan sonra ilk yazımda bu kadar zorlanacağımı düşünmemiştim açıkçası. Yine de başlangıç hem 27 Ocak gecesine (ki belki de bugüne kadar gittiğim en eğlenceli konserdi) hem de o gece yanıbaşımda zıpzıp zıplayanlara bir tribute tadında olsun diye Ratatat ile açayım dedim bu defteri.

New Yorklu Mike Stroud ve Evan Mast’tan oluşan Ratatat bağımlılık sınırlarında yaşayıp, 10 şarkıdan ibaret 100 günlük playlistlerle müzik tüketme merakında olan insanlar için ilaç gibi bir grup. Şarkı sözleriyle itelenen ve temcit pilavı gibi ısıtılıp periyodik olarak belli kolektif duygulara yol açan müziklerden sıkılıp, buna rağmen elektronik janrlardaki gitarların özlemini çeken insanlar için derman görevi gören Ratatat’ın ismini telaffuz ederken kelimeyi bitirmekte yaşadığınız zorluğu parçaları birbiri ardına dinlerken de fazlasıyla tecrübe ediyorsunuz.

Okuldan tanışan ikilinin ilk projesi olan Cherry 2001 yılına dayanıyor. Daha sonra Ratatat adını alan ikili 2003’te çıkardıkları “Seventeen Years” single’ından beri kanımca birbirinden başarılı çalışmaların altına imzalarını atmışlar. Gitgide olgunlaşan soundlarını hem Stroud’un Dashboard Confessionals ve Ben Kweller gibi isimlerden edindiği tecrübelere hem de zamanla Evan’ın evinde Mac ile yaptıkları kayıtlardan müzik stüdyolarına terfi etmelerine bağlayabiliriz.

2004’te piyasaya sürdükleri “Germany to Germany” single’ının da başarısından sonra aynı yıl raflarda “Ratatat” albümü yerini alıyor. “Seventeen Years” ile açılan albüm mutlu mesut giderken “Everest” ile sakinliğin sinyallerini veriyor ve nihayet ilk oluşumlarına ithaf ettikleri “Cherry” ile dinleyiciyi sükunete boğuyor. Kayıtların bilgisayarla ev ortamında yapıldığı da göze alındığında bu genç dahilerin neden fanatik bir kemik kitle oluşturabildikleri anlaşılıyor. Üzerine tuz biber niyetine de “Ratatat Mix Tape Vol1” çıkıyor, ve Missy Elliott’dan tutun Kanye West ve Ghostface Killah’ya kadar bir çok hiphop ve rap sanatçısının parçalarına yaptıkları remixleri yayınlıyorlar. Özellikle benim gibi tutarsız müzik zevklerine sahip insanlara el sallayıp, her tarakta bezimiz var diyorlar. İnanmayanlar için de yine kanımca birbirinden güzel 2 remix sunuyorlar; Shout Out Louds’un "The Comeback" parçası ve The Knife’ın "We Share Our Mothers Health" aracılığıyla.

Kanımca esas bomba 2006 yılında raflara düşen “Classics” albümü. Enstrümantal müziklerin genel geçer hisler yaratmadığına ilişkin bütün argümanları yıkıp tam anlamıyla saf bir müzik ziyafeti sunuyor burada Ratatat. Klasik öğelerine yaylıların göz bebeği çello ve slide gitarlar da eklenince ses sistemlerinden taşan bir yoğunluğa ulaşmışlar. “Montanita” ile açılan albümün dikkat çeken diğer parçalarından biri de tabii ki “Wildcat”. Sistematik gitarların kedi miyavlamalarıyla buluşması Evan Mast’ın synthesizer ile besleniyor ve ortaya sözlere değil de bağırarak müziğe eşlik etmeye çalışan insanlar çıkarıyor. Başka örnek vermek gerekirse Ratatat’ı tanımak açısından dinlenmesi gereken şarkılardan bazıları da “Loud Pipes” ve “Kennedy”. Ama yine de bana sorarsanız bu ikilinin tadına doyabilmek için albümleri komple edinip, baştan sona dinlemek lazım. Gerek o gri sound’un verdiği duygu tüneli hissiyatı gerekse manik depresyondan bizi men eden parça sıralaması takdir edilesi.

Çalışmaları aslında enstrüman çeşitliliği ve tarz olarak tutarlı bir çizgide ilerlese de bir parça bitip diğeri başladıkça insanı bir mutlu, bir hüzünlü, bir vurdumduymaz uçlara sürüklüyor. Neyse ki marjinal itelemeler değil ki bunlar, önce ağlayıp sonra halay çekme hissiyatı yaratmıyorlar. Misal İstanbul konserinden edindiğim tecrübeler ışığında dürüstçe itiraf edebilirim ki eğlenceli bir ruh halindeyseniz eğer bir yolunu bulup bağıra çağıra insanlıktan çıkabiliyorsunuz. Gerçi bunda tabii Mike Stroud’un sergilediği hiperaktif sahne performansının da büyük payı var. Bazen ortadan ikiye katlanmış bir Alice Cooper bazen de Ring filmindeki kuyudan yeni fırlamış Samara karakterlerine bürünse de sahnede kaldıkları süre boyunca bize sundukları tertemiz performans gerçekten kaçıranlara parmak ısırtacak nitelikteydi. Nitekim biz eğlenmeyi bilen çocuklar olarak oradaydık, hatta inanmayanlar için şu fotoğrafı kanıt olarak sunayım.

Ratatat - Seventeen Years
Ratatat - Loud Pipes

Official Site
Myspace

10 Şubat 2007

Clap Your Hands Say Yeah - Some Loud Thunder

Clap Your Hands Say Yeah hakkında ilk ortaya çıktığı günden beri yazılıp çizilmeyen kalmadı. 2005'in belki en iyi albümü değildi ama en çok konuşulan olduğu aşikar. Mesele de bu zaten, konuşulması.

Brooklyn ve Philadelphia'lı bu beş gencin adından bu kadar söz ettirmesinin asıl nedeni rayında seyreden indie müziğe sağlam bir çelme takmaları. Hiçbir producer'ın elinin değmediği, büyük plak şirketlerinin ağlarından sıyrılarak tamamen kendi release'leri olan debut'leri mükemmel bir konsept albüm, herkesin özlediği bir yenilikti. Kimse vokal Alec Ounsworth'ün detoneliğine, albümün anlamsız açılış şarkısına aldırmadı; "The Skin of My Yellow Country Teeth" yüzlerce kez dinledi, "In This Home On Ice"'ın sözleri ezberlendi. Fakat sonra kafalar karışmaya başladı. Çünkü özellikle internet üzerinden edindikleri olumlu eleştiriler ve şöhret kısa bir zaman sonra ayaklı bir trend canavarına dönüştürüldü. Kendi yavrularını yiyen türden bir canavar.

O kadar ikonlaştırıldı, her tarafa malzeme edildi, son damlasına kadar suyu sıkıldı ki, tüm bu kuru gürültü müziklerini bastırdı. Belli bir tarz müziği baştan yaratmalarına rağmen gözler kararınca eleştiriler tam tersine döndü. Gene blogda bir yorum sohbetimizde bahsettiğim gibi onlara indie'nin yeni kahramanları isimlerini takanlar, populer cafelerin playlist'lerine kadar girince CYHSY, bir anda sırt çevirdiler, Alec şarkı söylemeyi bilmiyor dediler. Herkes dinlemeyi uzun zaman önce bırakmış, konuşuyordu.

Tüm bu gerginlik ve bulanık beklentiler eşliğinde herkes grubun ikinci albümünde neler yapacağını, tartışmalardan nasıl etkileneceğini söylendi durdu. Some Loud Thunder CYHSY'nin 30 Ocak 2007 çıkışlı ikinci albümü. Bence ismiyle bu kuru gürültülere şık bir atıf yapıyor. Bu sefer albüm Flaming Lips, Mercury Rev, Mogwai yapımcısı Dave Fridmann'ın elinden çıkmış.

Peşinen söyleyelim ilk albümün hayranları için bu albüm aynı etkiyi yaratmıyor, biraz daha beklendik geliyor. Çünkü bu çekici özgünlüğe zaten CYHSY kendisi alıştırdı bizi. Yani eğer bu albüm çıkış albümü olsaydı gene baş tacı edilirdi. Ne büyük tesadüf ki gene albümün açılış şarkısı her ne kadar ilki (Clap Your Hands!) kadar olmasa da ilk izlenimlere önem verenleri neredeyse CD'yi geri iade ettirecek kadar kötü. Bilerek ya da bilmeyerek yapılmış oldukça kötü bir kayıt ve birşey anlaşılmayan bir karışıklık var. Ancak asıl o cezbeden çatlak vokaller, dalgalanan 'aaaa'lar, daha çok bir Tim Burton hayalperestliği teşvik eden şarkılar gelmekte geç kalmıyor. "Mama, Won't You Keep Those Castles In The Air & Burning" karanlık ritminden giderek bir marş haline dönüşüyor. "Love Song No. 7" ilginç güzellikte (özellikle ıslık + akordiyon kısımları) ağır bir şarkı ama asıl ilginç olan adeta bir disko şarkısı "Satan Said Dance". Şeytanın kışkırtmalarına da ayak uydurduktan sonra "Yankee Go Home" ve "Underwater (You & Me)" ile iyice kendimizi alıştığımız yeniliğe kaptırıyoruz. "Goodbye To The Mother & The Cover" ise bence ikinci albümünün debut'den farklı olarak gitmeye çalıştığı yerin zirve noktası. Şarkının ortasında giren trampetler, synth gibi bas line'ı, ve tabi ki Alec Ounsworth'ün titrek mücizesi. Beni bu konuda düşündüren ise olayın git gide Alec merkezli hale geldiği kanımca. Bunun gruba nasıl yansıdığını merak ediyorum.

Some Loud Thunder olması gerektiği sağlamlıkta bir devam albümü. İlki kadar konsept bir albüm değil ama ayaklarını yere basan bir çalışma. Bir şekilde tüm bu olan bitene, bağırış çağırışa aynı çizgide yeni bir CYHSY albümü ile cevap verilmiş durumda. Biz de zaten konuşmalara değil müziğe kulak veriyoruz.

Clap Your Hands Say Yeah - Goodbye To The Mother & The Cover
Clap Your Hands Say Yeah - Mama, Won't You Keep Those Castles In The Air & Burning
Clap Your Hands Say Yeah - Yankee Go Home


Official Site
Myspace